17 Haziran 2008 Salı

Birisine...


Duygularımı tam olarak dizelere dökmeyi asla beceremeyen beceriksiz bir şiir yazarıyım. Ama hissettiklerimi bir yere aktarma yükü öyle ağırlaşmaya başladı ki artık yardıma ihiyacım vardı.Tercümanlığımı üstlenebilecek başka bir şaire...

BİRİSİ


Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden
Dalıveriyoruz arada bir
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki
Gülüşerek başlıyoruz söze
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda
Senin gözlerinde ışıldıyor
Benim dilimin ucunda

10 Haziran 2008 Salı

Kaçışını Gördüm!

Arkadaşlarla bir kız yurdunun kantininde oturuyorduk. Keyfimiz yerindeydi.Hayat standarttı. Güzel geçeceğine inandığımız günlerden bahsediyorduk. Sonra yan masalardaki bir çocuk dikkatimizi çekti. Baya uzun boylu ve kilolu olan bu çocuk oturmuş tek başına yemek yiyordu. Fakat bu yemek yeme bildiğimiz yemek yeme eylemlerinden farklıydı. Sanki hayatında ilk defa yemek yiyormuş gibi lokmaları çiğnemeden bir yenisini atıyordu ağzına.Neredeyse tabağın içerisine girecek kadar da yakınlaşmıştı tabağa. Ekmeğini de parçalamadan, büyük bir açlıkla ağzıyla parçalaya parçalaya yiyordu. Bazen yemek parçaları ağzından etrafa saçılıyordu. Kısacası iğrenç bir manzara sergiliyordu bize. Ama nedense ben o iğrençliği görmedim o an. Ona baktım, baktım ve gerçekten içimde bir yerler cız etti. O kadar yalnız görünüyordu ki...Belki öyleydi, belki değildi. Ama benim gördüğüm, ne dış görünüşüyle ne de nezaket kurallarıyla ilgisi olan, dış dünyaya kapanmış zavallı bir çocuktu. Belki de yemek yemek onun en büyük zevki değildi, onun en büyük kaçış yoluydu. İçimi cız ettiren bir başka şeyse bu çocuğu çok yakınımda olan birine fazlasıyla benzetmemdi. Acaba o da bir gün yurt kantinlerinde, tek başına, kafasını kaldırmamacasına lokmalarına gömülür müydü.Acaba onun da üzerindeki yalnızlık böylesine yüzünden okunur muydu...
Sonra, çocuk yemeğini bitirdi ve kantine yöneldi. Tekrar yiyecek bir şeyler alıp elindeki ağzına kadar yiyeceklerle dolu alışveriş poşetiyle görünürden kayboldu. Geriye, masadaki harpten çıkmış tabak kaldı. Bir de ben vardım. Kendi korkularıyla yüzleşmek zorunda olan, ve kaçmak istediği anılarla hep bir şekilde karşılaşan ben...

6 Haziran 2008 Cuma

GRAND CANYON


Look at this hole inside your heart

No one can ever fill

It's like the Grand Canyon

Look at this gap that's opened up Between you and the world

It's like the Grand Canyon

Look at this hole inside your heart

It's like the Grand Canyon

The Grand Canyon

(Tracey Thorn)

1 Haziran 2008 Pazar

SANCILI DİJİTAL MÜZİK DEVRİMİ

Siz hiç 2 ay boyunca bir albüme kavuşabilmek için gün saydınız mı? Peki ya günler boyunca paranız olmadığı için alamadığınız bir konser dvdsini durduğu rafın önüne geçerek umutsuz gözlerle izlediniz mi? Yeni alınan albümleri eve dönüş yolu boyunca dizlerinin üzerine koyup seyrettikten sonra eve gelip albümleri naylon ambalajlarından kurtarıp onlara dokunan ilk kişi olmanın nasıl bir zafer duygusu olduğunu bilir misiniz peki? Hatta o yeni aldığım albümlerin kapaklarında, arka yüzlerinde ne varsa okumak, albümde emeği geçen kim var kim yoksa unutacağımı bile bile okumak..Şarkı sözlerini hemen ezberlemeye çalışmak..Hepsi de bana tarifsiz bir haz verir. Bana küçük şeylerle mutlu oluyorsun demeyin sakın.Bu bir tutku.Müzik bir tutku. Tutkuyla bağlandığınız şeyler sizin için arayış ve heyecan getirir. Bir albümün peşine düşmek bir arayıştır. Her hafta D&R a gidip kıyılarda köşelerde saklı indirimli albüm köşesinde saatlerce kendini kaybetmek de büyük bir heyecandır.Heyecanda arayış vardır.Arayışta heyecan..Bazen güneşi doğuşunu izlerken en sevdiğiniz şarkıları dinlemek, güneşin doğuşunu izlerken en sevdiğinizin yanınızda olmasından bile daha keyiflidir.


Gelin görün ki bu maceralardan oldukça uzaklaştım son zamanlarda. Fark ettim ki çok uzun zamandır ne CD alıyorum ne de plak. Mp3 laneti hiç istemediğim halde dört bir yanımı sardı. Bunda okuluyla evi farklı şehirlerde olan bir öğrenci olmamın payı çok olsa da teknolojinin oyununa gelip, bazı değersiz avantajlara tav olduğumu da belirtmeliyim.CD alacak param yoktu, ve asla bir iki CD bana yetmezdi.Her hafta yeni albümlerin kokusunu alırken nasıl birkaçıyla yetinebilirdim.Bunun bir sonu yoktu.Ama en azından birkaç albüm almalıydım.Onu da yapmadım. P2P Paylaşım programları ve hard diskimi kaplayan onlarca albüm dosyası bana sinsice gülüyorlardı.Kaybettim. Birkaç yıl önce video, radyo starını öldürmüştü. Sonra, CD plakların büyük çoğunluğunu ve kasetleri öldürdü .Seri cinayetlerin son durağında Mp3 hem CDyi hem plağı öldürerek tahta oturdu.



Müzikte fiziksel erişim çağı bitti ve dijital çağ bütün soğukluğuyla başladı. Analog üretim ve tüketim devri kapandı. Son zamanların anahtar kelimelerini vererek durumu örnekleyebiliriz; i-pod, i-tunes, i-phone, mp3 çalar, vs. Birçoğumuzda bunlardan biri ya da birkaçı mevcuttur eminim. Kaçımızda bir pikap ya da CD sayısı 100ü geçen orijinal bir CD arşivi mevcuttur peki? Tabi bu dijital çağı sadece müzik endüstrisinde gözlemlemiyoruz. Etraftaki dijital fotoğraf makinesi, plazma TV, handycap video çılgınlığını ve her köşe başında açılan elektronik aletler marketlerini de düşünürsek teknolojinin çığrından çıktığına kanaat getirebiliriz.
Bana neden oturduğumuz koltuktan istediğimiz albüme ulaşabilmek, zaman ve fazla para harcamamak varken zor olanı seçelim ki diyebilirsiniz. İlk olarak şunu söyleyebilirim; asla bir plak dinlemek ve bir CD dinlemek aynı şeyler değillerdir. Teknik olarak da manevi olarak da plağın sesi her zaman daha iyidir. CD ve mp3 karşılaştırmasında da CD raundu alır. Ayrıca, mp3 her ne kadar işimize gelen yol olsa da kendimizi müzisyenlerin yerine koyduğumuzda aslında durumun ne kadar talihsiz sonuçları da beraberinde getirebileceğini görürüz.Benim de bir çoğumuzun da kullandığı P2P programları sayesinde kimseye para ödemeden dilediğimiz kadar albüm indirdiğimizde sonuç olarak emek harcanmış bir esere hak ettiği parayı vermeden sahip olduğumuzu unutmayalım. Bunların dışında bilgisayarlarımıza indirdiğimiz müzikler, plak şirketlerinin işini bitirirken müzik endüstrisini farklı bir çıkmaza sokmakta. Ellerindeki albümleri satamayan şirketler de çareyi çağa uymakta buluyorlar ve böylece ortaya napster gibi siteler çıkıyor Ayrıca son günlerde şirketlerin yatırımı telefon zili melodileri piyasası gibi yeni piyasalara da yöneldi. .

Her ne kadar günlük hayatımda da olduğunca analog kalmaya çalışsam da teknolojinin nimetlerinden faydalanmadığımı ve bu nimetlerin büyük avantajları da olmadığını söyleyemem.Bir albüm hazırlarken her türlü teknolojik olanaktan faydalanmanın hiç bir sakıncası yok elbette.Sorun tüketim aşamasında. Örneğin, CD formatı sayesinde bir albüm yapabilmenin masrafı oldukça azaldı. Böylece ortaya daha çok müzik şirketi, daha çok şarkıcı ve albüm çıktı ( her ne kadar mp3 devri işleri karıştırsa da) Her geçen gün yeni birilerinin piyasaya çıkabilmesi diğerlerini kızdırdı ve rekabeti de arttırdı. Bu da müziğin mainstream olmasına sebep oldu bir bakıma.Yani çeşitlilik azaldı, pek çok müzisyen tuttuklarını bildikleri bir tarzda müzik yapmayı tercih etti. Yani artık eskisi gibi müzikten para kazanmak için orijinal olmak gerekmiyor. Aranan tek şart gerçekleştirilmesi çok da zor olmayan bir şey: kitleleri memnun etmek.

Günümüz müzik endüstrisinin bir avantajı da asla müzisyen olma şansını yakalayamayacak kişilere şans tanınması. Özellikle myspace ve youtube’un bu konudaki katkısı yadsınamaz. Albüm yapma, şirketlerle kontrat imzalama olanağı olmayanlar bile internet üzerinden şarkılarını yayınlayarak ünlü olabiliyorlar. Böylece kazandıkları paranın neredeyse tamamı kendilerine kalıyor. Şirketler aracılığıyla albüm yapanlar ise satışların 10da 1 i gibi bir miktara sahip olabiliyorlar ancak. Bunların da ötesinde eskiden neyin sevileceğine, neyin tutacağına karar veren plak şirketleri aynı konular üzerinde o kadar da yetkin değiller artık. İnsanlar ne dinlemek istiyorlarsa onu dinliyorlar. Ama kendi müziğimi kendim seçerim tavrı herkesin oluşturabileceği bir tavır değil, o yüzden hala müzik endüstrisi çeşitli kontroller altında.

Radiohead son albümü “In Rainbows”u internet üzerinden satışa çıkardı ve albüm ücreti olarak herkesin dilediği kadar para ödeyebileceğini söyledi.Haliyle, bu radikal uygulamanın üzerine pek çok tartışma çıktı. Kimileri buna karşı çıkıyor kimileri de olması gerekenin bu olduğunu söylüyor. Radiohead büyük bir hayran kitlesine sahip, müzik endüstrisi üzerinde gücü tartışılmaz olan bir topluluk. İlginç olansa halen in rainbows albüm satışlarının o sıralarda İngiltere’de bir numarada olması. Radiohead gibi büyük grupların konuyla ilgili tavrı belli. Böyle gruplar da işi kurallarına göre oynamayı tercih ediyorlarsa çok da yapabileceğimiz bir şey kalmıyor. En nihayetinde, dijital müzik çağı artılarıyla ve eksileriyle önümüzde. Her şeyin bu kadar çabuk tüketildiği bir dönemde insanların müziğe eskiden gösterdikleri saygıyı göstermelerini beklemek de akıl işi değil.Karamsarlığım had safhada.

Yazıyı yazarken odamda oturmuş eski kasetlerimi dinliyorum bir yandan. Kasetler gerçekten çok uğraştırıyor insanı.Sondaki şarkıya geçebilmek için kasedin sarmasını beklerken uyuya kaldım bir ara! Aslında kolay olan internete girip dinlediğim John Cale albümünü bulup, daha sonra onu 2 tıkla mp3 çalarıma atıp, 2 tuşa basarak da son şarkıya getirmek. Ama eminim ki bu zahmetli hali daha özel. Bu şekilde daha yakın hissediyorum kendimi notalara,ezgiye, müzisyene ve de kulaklarıma dolan müziğe. Ayrıca,güneşin batışını izlerken sevdiğim şarkıları duymak da en az güneşin doğuşunu izlerken duymak kadar keyifli.