5 Kasım 2008 Çarşamba
17 Ekim 2008 Cuma
Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın ardından..
26 Eylül 2008 Cuma
31 Temmuz 2008 Perşembe
Hairdresser On Fire (coming soon...)
18 Temmuz 2008 Cuma
self destrüktif yalnızlar girişimi
15 Temmuz 2008 Salı
Bir Hayalkırıklığı Daha: The Happening
çevirileri kadar olmasa da yine de hatırı sayılır bir enteresanlığı olan çeviri ismini kullanarak "Mistik Olay"ı izledim diyeyim.
egoistçe ve adice buluyorum. Çıkış fikri iyi, derdi dinlenilmesi gereken bir dert.Doğanın intikamını alma yöntemi de baya çarpıcı. Okuduğum birkaç yazıda
denilmiş ki 28 Days Later gibi filmlerde insanlar birbirlerine saldırıyolar, ve bu birbirine saldırarak insanlığın soyunun tükenmesine sebep vermek Batılı
bir yöntem, ama Happening'deki gibi insanların kendilerini öldürmeleri Doğulu bir yöntem. Kollektivist, bireysel çerçevesinden baktığımda bu bana gayet
mantıklı bir açıklama gibi geldi. Filmde insanların kendilerini öldürme şekilleriyle de bir şeyler anlatılmaya çalıştığına eminim ama henüz çözebilmiş değilim. Silah, ip, çim biçme makinası, cama kafa atma,aslana kolunu kopartma...Bunların arasında bağlantı kurmak için hala düşünüyorum.Çim biçme makinasının ve aslanın vahşeti gerçekten tokat gibi sahneler, bunu da belirtmek lazım. Bunların dışında zaten film doğada çekildiği için görüntü yönetmenine yapacak çok bir şey kalmamış.Hammadde yeterince iyi. Renklerin fazla parlak olmaması da yaratılmak istenen atmosfer için uygun. Çok güzel ayrıntılar var filmde. Örneğin esas kızla esas oğlan arasında geçen "senin cep telefonun da mı çekmiyor" diyaloğu tam da yerine koyulmuş ve verilmek istenen mesaj anlayana gitmiştir: "burda doğa kanunları işler ve senin lanet teknolojin hiç bir işe yaramaz!" Bir başka örnek: Son sahnedeki "aşkın rengini hatırlıyor musun / Hayır hatırlamıyorum" diyaloğu yine sıkı bir mesaj olmuş. Bir de evlerin reklamını yapan
tabelanın üzerinde yazan "You deserve it" yazısı da aklımda kalan bir gönderme. Arızalı yaşlı kadınınsa neden senaryoya dahil edildiğini anlamak zor. Ama her ne olursa olsun kesinlikle kendisine yakışan bir sonla öldürülmüş diyebilirim:) Son ana kadar intikam aldı ve insanlara olan nefretini kustu. Cadının cama kafa atarak ölmesinin sebebi dışardaki havayı camı kırarark içeri sokmak istemesiydi. Burdaki şaşırtma da çok hoşuma gitti. Seyircinin aklındaki şey kadının
saldıracak olmasıydı çünkü.
ders vermiş gibi.Ayrıca, bu cama kafa atmak suretiyle kendini öldüren korkunç yaşlı kadınınsa neden hikayeye dahil edildiğini anlamak gerçekten zor.Filmlerde çok çeşitli yerlere,olaylara,insanlara, diğer filmlere gönderme yapılmasını severim.Hatta bayılırım, ama bu göndermelerin insanların anlayabileceği şekilde sunulması şartıyla.
Not: Shyamalan Aslında filmi B-movie olarak çektiğini söylemiş.Yerseniz..
17 Haziran 2008 Salı
Birisine...
Benim yanan yüzümden
Senin gözlerinde ışıldıyor
10 Haziran 2008 Salı
Kaçışını Gördüm!
Sonra, çocuk yemeğini bitirdi ve kantine yöneldi. Tekrar yiyecek bir şeyler alıp elindeki ağzına kadar yiyeceklerle dolu alışveriş poşetiyle görünürden kayboldu. Geriye, masadaki harpten çıkmış tabak kaldı. Bir de ben vardım. Kendi korkularıyla yüzleşmek zorunda olan, ve kaçmak istediği anılarla hep bir şekilde karşılaşan ben...
6 Haziran 2008 Cuma
GRAND CANYON
1 Haziran 2008 Pazar
SANCILI DİJİTAL MÜZİK DEVRİMİ
Gelin görün ki bu maceralardan oldukça uzaklaştım son zamanlarda. Fark ettim ki çok uzun zamandır ne CD alıyorum ne de plak. Mp3 laneti hiç istemediğim halde dört bir yanımı sardı. Bunda okuluyla evi farklı şehirlerde olan bir öğrenci olmamın payı çok olsa da teknolojinin oyununa gelip, bazı değersiz avantajlara tav olduğumu da belirtmeliyim.CD alacak param yoktu, ve asla bir iki CD bana yetmezdi.Her hafta yeni albümlerin kokusunu alırken nasıl birkaçıyla yetinebilirdim.Bunun bir sonu yoktu.Ama en azından birkaç albüm almalıydım.Onu da yapmadım. P2P Paylaşım programları ve hard diskimi kaplayan onlarca albüm dosyası bana sinsice gülüyorlardı.Kaybettim. Birkaç yıl önce video, radyo starını öldürmüştü. Sonra, CD plakların büyük çoğunluğunu ve kasetleri öldürdü .Seri cinayetlerin son durağında Mp3 hem CDyi hem plağı öldürerek tahta oturdu.
Müzikte fiziksel erişim çağı bitti ve dijital çağ bütün soğukluğuyla başladı. Analog üretim ve tüketim devri kapandı. Son zamanların anahtar kelimelerini vererek durumu örnekleyebiliriz; i-pod, i-tunes, i-phone, mp3 çalar, vs. Birçoğumuzda bunlardan biri ya da birkaçı mevcuttur eminim. Kaçımızda bir pikap ya da CD sayısı 100ü geçen orijinal bir CD arşivi mevcuttur peki? Tabi bu dijital çağı sadece müzik endüstrisinde gözlemlemiyoruz. Etraftaki dijital fotoğraf makinesi, plazma TV, handycap video çılgınlığını ve her köşe başında açılan elektronik aletler marketlerini de düşünürsek teknolojinin çığrından çıktığına kanaat getirebiliriz.
Bana neden oturduğumuz koltuktan istediğimiz albüme ulaşabilmek, zaman ve fazla para harcamamak varken zor olanı seçelim ki diyebilirsiniz. İlk olarak şunu söyleyebilirim; asla bir plak dinlemek ve bir CD dinlemek aynı şeyler değillerdir. Teknik olarak da manevi olarak da plağın sesi her zaman daha iyidir. CD ve mp3 karşılaştırmasında da CD raundu alır. Ayrıca, mp3 her ne kadar işimize gelen yol olsa da kendimizi müzisyenlerin yerine koyduğumuzda aslında durumun ne kadar talihsiz sonuçları da beraberinde getirebileceğini görürüz.Benim de bir çoğumuzun da kullandığı P2P programları sayesinde kimseye para ödemeden dilediğimiz kadar albüm indirdiğimizde sonuç olarak emek harcanmış bir esere hak ettiği parayı vermeden sahip olduğumuzu unutmayalım. Bunların dışında bilgisayarlarımıza indirdiğimiz müzikler, plak şirketlerinin işini bitirirken müzik endüstrisini farklı bir çıkmaza sokmakta. Ellerindeki albümleri satamayan şirketler de çareyi çağa uymakta buluyorlar ve böylece ortaya napster gibi siteler çıkıyor Ayrıca son günlerde şirketlerin yatırımı telefon zili melodileri piyasası gibi yeni piyasalara da yöneldi. .
Her ne kadar günlük hayatımda da olduğunca analog kalmaya çalışsam da teknolojinin nimetlerinden faydalanmadığımı ve bu nimetlerin büyük avantajları da olmadığını söyleyemem.Bir albüm hazırlarken her türlü teknolojik olanaktan faydalanmanın hiç bir sakıncası yok elbette.Sorun tüketim aşamasında. Örneğin, CD formatı sayesinde bir albüm yapabilmenin masrafı oldukça azaldı. Böylece ortaya daha çok müzik şirketi, daha çok şarkıcı ve albüm çıktı ( her ne kadar mp3 devri işleri karıştırsa da) Her geçen gün yeni birilerinin piyasaya çıkabilmesi diğerlerini kızdırdı ve rekabeti de arttırdı. Bu da müziğin mainstream olmasına sebep oldu bir bakıma.Yani çeşitlilik azaldı, pek çok müzisyen tuttuklarını bildikleri bir tarzda müzik yapmayı tercih etti. Yani artık eskisi gibi müzikten para kazanmak için orijinal olmak gerekmiyor. Aranan tek şart gerçekleştirilmesi çok da zor olmayan bir şey: kitleleri memnun etmek.
Günümüz müzik endüstrisinin bir avantajı da asla müzisyen olma şansını yakalayamayacak kişilere şans tanınması. Özellikle myspace ve youtube’un bu konudaki katkısı yadsınamaz. Albüm yapma, şirketlerle kontrat imzalama olanağı olmayanlar bile internet üzerinden şarkılarını yayınlayarak ünlü olabiliyorlar. Böylece kazandıkları paranın neredeyse tamamı kendilerine kalıyor. Şirketler aracılığıyla albüm yapanlar ise satışların 10da 1 i gibi bir miktara sahip olabiliyorlar ancak. Bunların da ötesinde eskiden neyin sevileceğine, neyin tutacağına karar veren plak şirketleri aynı konular üzerinde o kadar da yetkin değiller artık. İnsanlar ne dinlemek istiyorlarsa onu dinliyorlar. Ama kendi müziğimi kendim seçerim tavrı herkesin oluşturabileceği bir tavır değil, o yüzden hala müzik endüstrisi çeşitli kontroller altında.
12 Mayıs 2008 Pazartesi
You will heal over some day..
2 Mayıs 2008 Cuma
Ederi Kadar bedel mi? Yoksa bedeli kadar eder mi?
Işığı gördüm. Ona doğru gittim. O da beni bekliyordu.
"Nerelerdeydin, gel..." dedi.
Bazen bazı insanlar hayatımıza öyle evrelerde girerler ki, olan biten hiç bir şeyin sebepsiz olamayacağını düşünen benim gibi insanlar bile tesadüflerin ve şansın dayanılmaz cazibesine kapılabilir ve ne oldu da böyle oldu demeyi bırakıp arkalarına yaslanabilirler. Bana ilham veren insanlardan biri de Barbaros Şansaldır. Sonunda kendisiyle tanışma fırsatı yakaladım bir 1 mayıs gününde. Kendisiyle tanışmamın işçilere ya da Afrika'da kanat çırpan bir kelebeleğe faydası oldu mu bilemiyorum, tek bildiğim çok doğru bir zamanda karşıma çıktığı.
Tam da beklediğim gibi karizmatik, çekici, korkusuz, zehir gibi akıllı, yaratıcı, snob ,anarşist ve meraklı. Tam da tahmin etmediğim gibi insanlara çok değer veriyor,ve birey olduğunuzu size hatırlatıp her ne kadar bireyliğimize değer vermeyen bir toplumda yaşasak da hala bir şeyler yapmamız gerektiğini ve yapabileceğimizi size anlatıyor. Sayın Şansal'a en çok katıldığım nokta şu: ufak da olsa eylemler yapmalıyız. Asla durmamalıyız ve yaratmalıyız. Neden dışardan bize sunulan her şeyi olduğu gibi kabul edelim.Neden daha fazlasını talep etmeyelim? Neden sınırları zorlamayalım.
Warhol; herkes plastik ben de plastik olmak istiyorum demişti. Daha sonra burnu havada ve içi boş sanat çevrelerine bir ders vermek için yapabileceği en yalın ve minimal müdahelelerle yeni bir akım yarattı ve intikamını böyle aldı. Şansal da belki zaman zaman bunu dedi. Ama neticede yola devam etti. Herkesin plastik olduğu bir mekan,zaman,toplum ve siyasi platform ona ilham verdİ, onu daha çok itekledi. Bizdeki ilerleyiş de böyle olmalı.Etrafımıza bakıp da "lanet olsun ,çabaladığımda neye değecek?" dememeliyiz.
Sevgili Barbaros, etkileyebileceğin ve hizaya sokabileceğin daha pek çok insan var. Lütfen durma, toplu iğnelerini batırmaya devam et. Hep böyle radikal,marjinal ve doğal kalacağım. Tıpkı dediğin gibi.Tıpkı senin gibi...
"Durma duymaktan da yorulma.
Duymadıkların anlamadıkların değil ve öyle de kalmamalı.
Zaten duydukların değil mi gerçek olan
Senin bilgi dağarcığına yüklenenler artık en devrimsel biçimde sunuluyor."
5 Nisan 2008 Cumartesi
Gri gökyüzüne bakarken, önümdeki çamur birikintisine bastım
Bu hiç bir şey anlamadığınızı bildiğim düşünce yığınımla yollarda adımlarımı attım ve adım attığımın bile farkında olmadan mesafeler katettim. Yollar sona erdiğinde hala düşünüyordum ve şuursuzdum. Şehir bir haftadır yağmurlu ve paslıydı. Gündüz gündüze, gece geceye benzemiyordu. Şehir bir haftadır sadece griydi. Ne yemek yiyebiliyordum, ne uyuyabiliyordum. Sanki birileri başımı koyduğum yastığı dikenlerle doldurmuş gibiydi. Dikenler düşünce olmuş batıyorlardı. Uyuyamadağım gecelerde gördüğüm sabahın ilk ışıkları, görmek istemediklerimi gösteriyordu bana. Huzursuzluk ve şanssızlık birer bulut gibi üstümde geziyordu. Yolda yürürken yere bakma huyum her zamankinden daha fazlaydı sanki bugünlerde. Çünkü her kafamı kaldırdığımda yanlış durakta olduğumu düşünüp tekrar indiriyordum. Birkaç kez gri gökyüzüne baktım. Talihsizlik bu ya, bakarken gökyüzüne, önümdeki çamur birikintisine bastım. Belki de bastığım anlamsız bir çamur birikintisi değildi. Belki de bastığım görmezlikten gelmemem, basmamam gereken bir çamur birikintisiydi.
20 Mart 2008 Perşembe
Kadınım, Chan...
There’s a dream that I see, I pray it can be
Look cross the land, shake this land
A wish or a command
A Dream that I see, don’t kill it, it’s free
You’re just a man, you get what you can
We all do what we can
So we can do just one more thing
We can all be free
Maybe not in words
Maybe not with a look
But with your mind
Listen to me, don’t walk that street
There’s always an end to it
Come and be free, you know who I am
We’re just living people
We won’t have a thing
So we’ve got nothing to lose
We can all be free
Maybe not with words
Maybe not with a look
But with your mind
You’ve got to choose a wish or command
At the turn of the tide, is withering thee
Remember one thing, the dream you can see
Pray to be, shake this land
We all do what we can
So we can do just one more thing
We won’t have a thing
So we’ve got nothing to lose
We can all be free
Maybe not with words
Maybe not with a look
But with your mind
1 Mart 2008 Cumartesi
Four men and one soul, Joy Division
Joy Division...
Penceresi olmayan bir odada kapının altından ışığın sızması gibidir. Şehrin ortasında, kalabalığın arasında savrulurken güzel bir koku duymak gibidir. Yaşadığın karanlık köşeleri düşünüp kendine acımak gibidir.Yaşanan daha karanlık köşeleri düşünüp, başını kaldırıp göğe bakmak gibidir.
Joy Division kontrolünü kaybetmemek ve kontrollü bir şekilde aklını yitirmek gibidir.
Sessiz ve sakince patlamalar yaşamak gibidir.
Uçurumun kenarından durup, aşağıya değil yukarıya bakmak gibidir.
Joy Division Nazi kamplarındaki genelev benzeri yerlere verilen addır. Evet, mutluluğun bölünüp parça parça edildiği bir yerin adıdır. 2 kelime bazen hem çok şey çağrıştırabilir, hem de çok şey anlatabilir.
Joy Division 4 kişiden kurulu bir Post-punk grubudur. Yaptıkları hiç bir şeyde ticari amaç gütmediklerine inandığım bir gruptur. Sanayi devriminin ağır yıkımlarıyla boğuşan Manchester'da 70li yılların sonunda devrim niteliğinde bir punk sahnesi vardı. Bu sahnenin en etkili ve en gri ismi Joy Division'dır. Bu 4 kişi gerçek anlamıyla bir gruptur, birbirlerinden bağımsız düşünülemezler. Ben düşünemem. Hepsi 20li yaşlarında olmasına rağmen pek çok insanı pek çok düşünceyle başbaşa bırakabilecek şarkılar yapmayı becermişlerdir. Enstrumanlarını bile doğru düzgün çalamazken , sanırım asla kimsenin anlamayacağını düşündüğünüz bir şey anlattığınız zaman gelen sevinç benzeri bir duyguyla çok, daha çok çalışmışlar ve Joy Division olmuşlardır.
Joy Division belli ritimlerin ve rifflerin tekrarlanmasıyla oluşturur şarkılarını. Sözlerden sorumlu kişi Ian Curtis'dir. Curtis ceplerinde her zaman 2 kere duymak isteyeceğiniz sözlerle dolaşan gerçek bir yazar ve şairdir. Joy Division şarkıları parlak ve gösterişli şarkılar değillerdir. Kuşlara yem atarken, papatyaları koklarken, ufacık bir çocuğa sarılırken Joy Division dinlemek istemezsiniz.
Joy Division'ı dinleyen ve anlayan kişilerin başında Martin Hannett gelir bana sorarsanız. Unknown Pleasures her ne kadar rahatsız edici bir albüm olsa da ve her ne kadar Joy Division soundunu farklı yerlere götürse de önemi tartışılmaz bir albümdür. Martin Hannett onları dinlemiş ve onlar için müthiş ve olabildiğine ambient bir ortam yaratmıştır. Joy Division da Martin'e ilham vermiş ve denenmemiş yeni sesler ve yeni efektler ortaya çıkmıştır.
Hem naif hem yıkıcı, hem yenilikçi hem muhafazakar, hem yakıcı hem yapıcı.. Her şeyi onlarda buldum.Kaybetmemek istiyorum. Ama paylaşmak ve anlaşılmak istemiyorum. Onlar benim çok sevdiğim yalnızlığımın bir parçası artık..
Anlatılacak anlamlı hikayelerin ve bir hikayesi olan grupların azaldığı şu günlerde Joy Division didiklenip didiklenip duruluyor. Anlamsız hayatınızı anlamlı hikayelerle süslemeye çalışmayın.Kendini değiştirin, maskeleri atın..Anlatmadan önce anlamaya çalışın.
Ve söz sende Ian;
"To the centre of the city where all roads meet, waiting for you,
To the depths of the ocean where all hopes sank, searching for you,
I was moving through the silence without motion, waiting for you,
In a room with a window in the corner I found truth"
27 Şubat 2008 Çarşamba
17 Şubat 2008 Pazar
ilkokulun ilk günü
Hazırlıklar bitince babamla yola koyulduk.Elimde beslenme çantam, sırtımda çantam, boynumda beyaz yakam. Kendimi hazır hissediyormuş gibi yapıyordum. Gerçi okulla evin arası taş çatlasa 5 dklık bir mesafeydi. Ama o gün o 5 dk bana 5 yıl gibi gelmişti. Okulun kapısına vardık ve durduk. Etrafta ağlayan, bağıran, kontrolsüzce ordan oraya koşturan, sümüklü çocuklar vardı. Gerçi sümüklü olmak pek çoğunun ortak özelliğiydi. Neyse ki ben mendillerimi ve mendillerimi özenle sakladığım naylon kabımı yanıma almıştım.Onlardan biri olmayacaktım. Sonra babam bana ilk harçlığımı verdi ve gitti. Herkesin annesi babası yanındaydı. Ama babam daha ben ona ağlamaklı gözlerle bakma numarasını yapmadan gitmişti. Neyse ki ben aldığım paraya odaklanmıştım. Artık aynanın önündeki bozuklukları aşırmama gerek yoktu. O sırada kapıdan okulun bahçesine girdim. Hala elimdeki paraya bakıyordum. Onu nereye koyabileceğimi düşünürken aklıma mendillerimi koyduğum naylon kılıf geldi. Mendilleri çıkardım parayı kılıfa koydum. Sonra birden kafamda şimşekler çaktı. Bu para beni gazete almaya yolladıkları paradan birazcık daha fazlaydı sadece. Bu parayla kantinden bir şey alınmazdı. Beslenme çantamki korkunç kokulu yumurtaya kalmıştım. Halbuki planım hiç böyle değildi. İşte o an hayatın ne kadar zalim olduğunu anladım. Birden mendillerimi de düşürdüğümü farkettim. Şanssızlığın böylesi burnum da akıyordu..Etraftaki sümüklülere baktım ve dedim ki "ulan baba,ulan.."
8 Şubat 2008 Cuma
where have all the wild boys gone?
5 Şubat 2008 Salı
Biliyorum..
3 Şubat 2008 Pazar
Good at being alone with Burial,with real music
Holding you, good at being alone, good at being alone, good at being alone Loving you, good at being alone, good at being alone, good at being alone Kissing you, tell me how can you,tell me I belong, tell me I belong
Its not why i trust you, not why I trust you, not why I trust you, not why I trust you, Its not why i trust you, not why I trust you, not why I trust you, not why I trust you..
Tell me, how can you... Holding you, good at being alone, good at being alone, good at being alone
İz bırakan albümler..
1- Joy Division /Substance
2-Radiohead / Amnesiac
3-Cocteau Twins / Victorialand
4-Orbital / The Middle Of Nowhere
5- The Sound /Shock of Daylight
6- Daft Punk / Discovery
7- Slowdive / Souvlaki
8- Electrelane / Rock it to the Moon
9- Suicide / Suicide
10- m83 / Dead Cities, Red seas & Lost Ghosts
11- Interpol / Turn on the Bright Lights
12- Philip Glass / Solo Piano
13- Labradford / Fixed Context
14- Claude Debussy / Debussy's Greatest Hits
15- Kraftwerk / The Man Machine
16- Sonic Youth / Goo
17- Aphex Twin /Come to Daddy
18- T-Rex /Electric Warrior
19- Four Tet / Rounds
20-Arovane / Lilies
Not: Sıralamanın bir önemi yoktur.Hepsi birbirinden kıymetli...
14 Ocak 2008 Pazartesi
Richard Brautigan is such a brilliant man!
I'LL AFFECT YOU SLOWLY
I'll affect you slowly
as if you were having
a picnic in a dream.
There will be no ants.
It won't rain.
30 CENTS, TWO TRANSFERS, LOVE
Thinking hard about you
I got onto the bus
and paid 30 cents car fare
and asked the driver for
two transfers
before discovering that
I was alone.
13 Ocak 2008 Pazar
Fethi Benslama/ İslam'ın Psikanalizi
“Kitleleri aslolan’a bağlama teşebbüsü kimilerinde şaşkınlık ve kuşku yaratmıştı, ama halktan ve orta sınıflardan birçok insan arasında hipnotik bir durum yarattığı da belliydi. Belleğin çocuksu kullanımına, arkaik olanla ideal olanın kamusal alanı büyük bir patırtı ve gösterişle işgal ettiği bir anakronizme imkan tanıyordu. Küflenmiş, eski olma sanki sahiciliğin güvencesiymiş gibi, her yerde, her bedende, giyimde, varolma ve bir arada bulunma tarzında bile iğrenç görülen şeyler çoğalıyordu. Dil, ata yadigarı bir eşya gibi didik didik edilir hale gelmişti. Kimileri bu dönemde doğmuş olmalarını bile yanlışlık olarak görüyordu. “İslamın şafağı”nda yaşamış insanlara atfedilen söz, tavır ve davranışları benimsedikleri görülmekteydi. Güncellik sürekli olarak başlangıçtaki olaylara yakınlaştırılıyor ve silinerek üzerine başka şeyin yazılmış olduğu bir parşömen gibi algılanıyordu ve o silinen yazı yaşanan zamanın yüzeyine doğru çıkarak şimdiki zamanı yutuyordu.”
COSMOPOLİTAN VE PANDALAR
"Erkek arkadaşım her sabah gözünde çapakla uyanıyor.Bunun sebebi nedir?"
---Sorunun üst tarafında da sol gözünü kaşıyormuş gibi görünen bir panda resmi var!---
Hah!
Cevaptaysa gözlerine merhem,krem sürsün geçer. Gözleri hafif açık uyuduğu için öyle oluyor denilmiş.Referans olarak da bir göz doktorunun ismi var!
Şimdi bu bayanın erkek arkadaşı( tabi bayan mı o da muamma) resimdeki pandaysa eğer ve pandaların gözleri çapaklanmıyorsa böyle bir soru sorması çok normal.Ama kuvvetle muhtemel erkek arkadaşı sizin, benim gibi bir insan. Bu yüzden tıpkı diğer insanlar gibi gözlerinde çapak oluşabiliyor.Bu kişinin gözlerin çapaklanmasının ne kadar doğal bir şey olduğunu bilmediğini düşünmek bile istemiyorum. Ama malesef durum böyle gibi. Ya ya..
Bence bu kişi hayatının geri kalan kısmında panda bakıcılığı yapsın.Cosmopolitan' a niye benim erkek arkadaşımın gözünde çapak var, niye benim erkek arkadaşımın gözünün üstüne kaş var diye sorular sormasından kat kat daha iyidir.
Daha kadın olmanın 50 harika yanı diye maddeler vermiş ve maddelerin birisinde "bizim burnmuzun kıllı olma olasılığı çok azdır" , ve diğerinde "batan gemilerden ilk önce kadınları ve çocukları çıkarıyorlar" yazan çok fantastik yazıyı okuyacağım...
Girls just wanna have fun!Just!