5 Kasım 2008 Çarşamba


LOVE BURNS

LOVE BURNED THE HELL OUT OF ME


AND THERE ARE EXPLOSIONS IN THE SKY



HE MAKES ME FEEL LIKE I AM THE ONLY ONE TO SHINE THE LIGHTS.



LOVE CAN DAMAGE YOUR HEALTH.BELIVE ME..
EVERYTHING IS ENDING HERE..SWEET KISSES...


17 Ekim 2008 Cuma

Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın ardından..


Ağaç taşı anlamaz

Gökyüzü MAVİ iken

Ağaç susuzluğu anlamaz

Gökyüzü MAVİ iken

Ben seni çok sevdiğimi anlarım

Gökyüzü MAVİ iken

26 Eylül 2008 Cuma

Сара' саҧсу'оуп







artık ne başımda kara kalpağım ne belimde gümüş kamam,

rüzgarla yarışan atlarımıda da vurdular...

ama saçlarım hala güneş boyalı,

gözlerim vadi yeşili...

yüreğim;

bedenimin onurla taşıdığı bir dağlı yüreği...

31 Temmuz 2008 Perşembe

Hairdresser On Fire (coming soon...)


Sevgili en son gittiğim kuaförüm,


Bu satırları sana tamamiyle anlamsız şekillere girerek benim asabımı bozan saçlarımı toplayıp, bandanalara hapsettiğim bir günde yazıyorum.Sen ki güzelim sırma gibi saçlarımı istediğim boyda ve şekilde kesmeyerek dünyamı kararttın. İnanmazsın, ben senden umutluydum kuaför. Diğerleri gibi olmayacaktın. Boyunu 2 cm kısalt dediysem, muhteşem bir matematik hesapıyla 2nin kübünü alıp 8 cm kısaltmayacaktın. Evet gerçekten umutluydum.Saçlarımdaki katların nasıl olması gerektiğini kavrayacak öngörüye sahipsin diye düşündüm. Ama sen tarihe karışmış bir kesim yöntemini kullanarak benim hayallerimi yıktın kuaför. Halbuki ne çok sevmiştim seni.Diğer şaklaban kuaförler gibi saçın çok yıpranmış (bu, kadınlar arasında isterseniz size bizim süper dandik bakım ürünlerinden satayım olarak bilinen parola cümlesidir), boyan gelmiş, en son kime kestirdin (bu sorunun hemen akabinde beğenmezlik ve ben olsam hayatta böyle kesmezdim bakışı atılır) dememiştin bana. İşin esasında hiç konuşmamıştın. Bu biraz yabanice olsa da, olsun be kuaför sevmiştim seni. Açık olmak gerekirse en başta, neredeyse kel biri olman aklıma kelin ilacı olsa başına sürerdi atasözünü getirmişti. Ama konduramadım. Beceriksiz kuaförler serimin son halkası olamazdın sen. Ama derler ya, insan bir şeyden çok korkarsa başına gelirmiş o şey.

Şimdi aynaya her bakışımda seni anıyorum kuaför. Bana unuttuğum küfürleri yeniden hatırlattın. Dilerim ki bütün müşterilerin tombul ve yaşlı olurlar.Dilerim ki bütün müşterilerinin yanlarında saçını kestirmek istedikleri mızıkçı ve yaramaz bir çocukları olur. Dilerim ki hiç bir şeyi beğenmeyen ve uyudukları zaman dışında hep konuşan bütün kadınlar seni bulur. Dilerim ki sevgilin her gün sana zorla saçına fön çektirir. Dilerim ki, o kokuşmuş havluları kendin de kullanmak zorunda kalırsın. Eden bulur kuaför, eden bulur...

18 Temmuz 2008 Cuma

self destrüktif yalnızlar girişimi


"Self destructive man feels completely alienated, utterly alone. He's an outsider to the human community. He thinks to himself, I must be insane. What he fails to realize is that society, has just as he does, a vested interest in considerable losses and catastrophes. These wars, famines, floods and quakes meet well-defined needs. Man wants chaos, in fact he's got to have it. Depression, strife, riots, murder, all this dread, we're irresistibly drawn to that almost orgiastic state created out of death and destruction. It's in all of us, we reveal in it. Sure the media tries to put a sad face on these things, painting them up as great human tragedies, but we all know the function of the media has never been to eliminate the evils of the world - no - their job is to persuade us to accept those evils and get used to living with them. The powers that be want us to be passive observers. Hey, got a match? And they haven't given us any other options outside the occasional purely symbolic participatory act of voting. You want the puppet on the right or the puppet on the left? I feel that the time has come to project my own inadequacies and dissatisfactions into the sociopolitical and scientific schemes. Let my own lack of a voice be heard."


Waking Life

15 Temmuz 2008 Salı

Bir Hayalkırıklığı Daha: The Happening


Sonunda merakla beklediğim son Shyamalan filmi "The Happening"i izleyebildim. Ya da İbne Kovboy, Çakma Başkan Holywood'da gibi enteresan film isimleri
çevirileri kadar olmasa da yine de hatırı sayılır bir enteresanlığı olan çeviri ismini kullanarak "Mistik Olay"ı izledim diyeyim.

Önce filmle ilgili olumlu fikirlerimden başlayayım. Kesinlikle Shymalan'la aynı fikirdeyim ve insanların dünyanın tek sahipleri gibi davranmalarını oldukça
egoistçe ve adice buluyorum. Çıkış fikri iyi, derdi dinlenilmesi gereken bir dert.Doğanın intikamını alma yöntemi de baya çarpıcı. Okuduğum birkaç yazıda
denilmiş ki 28 Days Later gibi filmlerde insanlar birbirlerine saldırıyolar, ve bu birbirine saldırarak insanlığın soyunun tükenmesine sebep vermek Batılı
bir yöntem, ama Happening'deki gibi insanların kendilerini öldürmeleri Doğulu bir yöntem. Kollektivist, bireysel çerçevesinden baktığımda bu bana gayet
mantıklı bir açıklama gibi geldi. Filmde insanların kendilerini öldürme şekilleriyle de bir şeyler anlatılmaya çalıştığına eminim ama henüz çözebilmiş değilim. Silah, ip, çim biçme makinası, cama kafa atma,aslana kolunu kopartma...Bunların arasında bağlantı kurmak için hala düşünüyorum.Çim biçme makinasının ve aslanın vahşeti gerçekten tokat gibi sahneler, bunu da belirtmek lazım. Bunların dışında zaten film doğada çekildiği için görüntü yönetmenine yapacak çok bir şey kalmamış.Hammadde yeterince iyi. Renklerin fazla parlak olmaması da yaratılmak istenen atmosfer için uygun. Çok güzel ayrıntılar var filmde. Örneğin esas kızla esas oğlan arasında geçen "senin cep telefonun da mı çekmiyor" diyaloğu tam da yerine koyulmuş ve verilmek istenen mesaj anlayana gitmiştir: "burda doğa kanunları işler ve senin lanet teknolojin hiç bir işe yaramaz!" Bir başka örnek: Son sahnedeki "aşkın rengini hatırlıyor musun / Hayır hatırlamıyorum" diyaloğu yine sıkı bir mesaj olmuş. Bir de evlerin reklamını yapan
tabelanın üzerinde yazan "You deserve it" yazısı da aklımda kalan bir gönderme. Arızalı yaşlı kadınınsa neden senaryoya dahil edildiğini anlamak zor. Ama her ne olursa olsun kesinlikle kendisine yakışan bir sonla öldürülmüş diyebilirim:) Son ana kadar intikam aldı ve insanlara olan nefretini kustu. Cadının cama kafa atarak ölmesinin sebebi dışardaki havayı camı kırarark içeri sokmak istemesiydi. Burdaki şaşırtma da çok hoşuma gitti. Seyircinin aklındaki şey kadının
saldıracak olmasıydı çünkü.

Gelelim olumsuz yönlerine.Warner Bros tarafından işine son verilen Shymalan bundan sonra yoluna düşük bütçeli filmler çekerek yol alacak gibi.Kendisinden beklenen The Sixth Sense ve The Signs gibi ses getirecek filmler yapmasıyken The Village ve Lady in the Water gibi filmlerle yapım şirketlerinin güvenini sarsmıştı.Her ne kadar ben yukarıda olumlu şeyler söylemiş olsam da bunlar The Happening'i kurtarmaya yetmiyor.Kendisinden beklenen gişe filmlerini çekmiyor Shymalan ve bu yüzden para kaybediyor.Ama hayranlarının ondan beklediğiyse gerçekten hakkını vereceği, yeteneğini konuşturabileceği bir fim. Happening'de en önce gözüme çarpan şey kötü oyunculuklar sergileniyor olmasıydı.Bir çok yerde gereksiz diyaloglar, uzun uzun bakışmalar, mimiksiz ifadeler var. Oyuncuların arasında kimya yok ve ya yeteneksizler ya da hepsi bu filmde ketlenmiş! Güzel bir hikayeyle yola çıkılmış fakat hikaye güzel örülememiş ve zenginleştirilememiş. Bir grup insanın ne olduklarını tam anlayamadıkları bir saldırıdan kaçmaları anlatılıyor.Fakat topu topu birkaç yol ayrımına geliniyor, birkaç kişinin yakınlarını kaybettiği öğreniliyor ve bir de esas oğlanla kız arasındaki çatırdayan ilişki tekrar yoluna giriyor.Arada bir de televizyonlarda çıkan saldırıyla ilgili haberleri ve teorileri dinliyoruz. Kısacası Shyamalan bir film çekmemiş de kısa bir öykü anlatıp insanlığa
ders vermiş gibi.Ayrıca, bu cama kafa atmak suretiyle kendini öldüren korkunç yaşlı kadınınsa neden hikayeye dahil edildiğini anlamak gerçekten zor.Filmlerde çok çeşitli yerlere,olaylara,insanlara, diğer filmlere gönderme yapılmasını severim.Hatta bayılırım, ama bu göndermelerin insanların anlayabileceği şekilde sunulması şartıyla.


Kısacası Shyamalan iyi başlayıp kötü bitirme hatasını tekrarlamaktan öteye gidemedi bu filmde. Ayrıntıları severim,önem veririm.Ama hiç bir zaman ayrıntıları filmi kurtarmaya yetmez.


Not: Shyamalan Aslında filmi B-movie olarak çektiğini söylemiş.Yerseniz..

17 Haziran 2008 Salı

Birisine...


Duygularımı tam olarak dizelere dökmeyi asla beceremeyen beceriksiz bir şiir yazarıyım. Ama hissettiklerimi bir yere aktarma yükü öyle ağırlaşmaya başladı ki artık yardıma ihiyacım vardı.Tercümanlığımı üstlenebilecek başka bir şaire...

BİRİSİ


Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden
Dalıveriyoruz arada bir
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki
Gülüşerek başlıyoruz söze
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda
Senin gözlerinde ışıldıyor
Benim dilimin ucunda

10 Haziran 2008 Salı

Kaçışını Gördüm!

Arkadaşlarla bir kız yurdunun kantininde oturuyorduk. Keyfimiz yerindeydi.Hayat standarttı. Güzel geçeceğine inandığımız günlerden bahsediyorduk. Sonra yan masalardaki bir çocuk dikkatimizi çekti. Baya uzun boylu ve kilolu olan bu çocuk oturmuş tek başına yemek yiyordu. Fakat bu yemek yeme bildiğimiz yemek yeme eylemlerinden farklıydı. Sanki hayatında ilk defa yemek yiyormuş gibi lokmaları çiğnemeden bir yenisini atıyordu ağzına.Neredeyse tabağın içerisine girecek kadar da yakınlaşmıştı tabağa. Ekmeğini de parçalamadan, büyük bir açlıkla ağzıyla parçalaya parçalaya yiyordu. Bazen yemek parçaları ağzından etrafa saçılıyordu. Kısacası iğrenç bir manzara sergiliyordu bize. Ama nedense ben o iğrençliği görmedim o an. Ona baktım, baktım ve gerçekten içimde bir yerler cız etti. O kadar yalnız görünüyordu ki...Belki öyleydi, belki değildi. Ama benim gördüğüm, ne dış görünüşüyle ne de nezaket kurallarıyla ilgisi olan, dış dünyaya kapanmış zavallı bir çocuktu. Belki de yemek yemek onun en büyük zevki değildi, onun en büyük kaçış yoluydu. İçimi cız ettiren bir başka şeyse bu çocuğu çok yakınımda olan birine fazlasıyla benzetmemdi. Acaba o da bir gün yurt kantinlerinde, tek başına, kafasını kaldırmamacasına lokmalarına gömülür müydü.Acaba onun da üzerindeki yalnızlık böylesine yüzünden okunur muydu...
Sonra, çocuk yemeğini bitirdi ve kantine yöneldi. Tekrar yiyecek bir şeyler alıp elindeki ağzına kadar yiyeceklerle dolu alışveriş poşetiyle görünürden kayboldu. Geriye, masadaki harpten çıkmış tabak kaldı. Bir de ben vardım. Kendi korkularıyla yüzleşmek zorunda olan, ve kaçmak istediği anılarla hep bir şekilde karşılaşan ben...

6 Haziran 2008 Cuma

GRAND CANYON


Look at this hole inside your heart

No one can ever fill

It's like the Grand Canyon

Look at this gap that's opened up Between you and the world

It's like the Grand Canyon

Look at this hole inside your heart

It's like the Grand Canyon

The Grand Canyon

(Tracey Thorn)

1 Haziran 2008 Pazar

SANCILI DİJİTAL MÜZİK DEVRİMİ

Siz hiç 2 ay boyunca bir albüme kavuşabilmek için gün saydınız mı? Peki ya günler boyunca paranız olmadığı için alamadığınız bir konser dvdsini durduğu rafın önüne geçerek umutsuz gözlerle izlediniz mi? Yeni alınan albümleri eve dönüş yolu boyunca dizlerinin üzerine koyup seyrettikten sonra eve gelip albümleri naylon ambalajlarından kurtarıp onlara dokunan ilk kişi olmanın nasıl bir zafer duygusu olduğunu bilir misiniz peki? Hatta o yeni aldığım albümlerin kapaklarında, arka yüzlerinde ne varsa okumak, albümde emeği geçen kim var kim yoksa unutacağımı bile bile okumak..Şarkı sözlerini hemen ezberlemeye çalışmak..Hepsi de bana tarifsiz bir haz verir. Bana küçük şeylerle mutlu oluyorsun demeyin sakın.Bu bir tutku.Müzik bir tutku. Tutkuyla bağlandığınız şeyler sizin için arayış ve heyecan getirir. Bir albümün peşine düşmek bir arayıştır. Her hafta D&R a gidip kıyılarda köşelerde saklı indirimli albüm köşesinde saatlerce kendini kaybetmek de büyük bir heyecandır.Heyecanda arayış vardır.Arayışta heyecan..Bazen güneşi doğuşunu izlerken en sevdiğiniz şarkıları dinlemek, güneşin doğuşunu izlerken en sevdiğinizin yanınızda olmasından bile daha keyiflidir.


Gelin görün ki bu maceralardan oldukça uzaklaştım son zamanlarda. Fark ettim ki çok uzun zamandır ne CD alıyorum ne de plak. Mp3 laneti hiç istemediğim halde dört bir yanımı sardı. Bunda okuluyla evi farklı şehirlerde olan bir öğrenci olmamın payı çok olsa da teknolojinin oyununa gelip, bazı değersiz avantajlara tav olduğumu da belirtmeliyim.CD alacak param yoktu, ve asla bir iki CD bana yetmezdi.Her hafta yeni albümlerin kokusunu alırken nasıl birkaçıyla yetinebilirdim.Bunun bir sonu yoktu.Ama en azından birkaç albüm almalıydım.Onu da yapmadım. P2P Paylaşım programları ve hard diskimi kaplayan onlarca albüm dosyası bana sinsice gülüyorlardı.Kaybettim. Birkaç yıl önce video, radyo starını öldürmüştü. Sonra, CD plakların büyük çoğunluğunu ve kasetleri öldürdü .Seri cinayetlerin son durağında Mp3 hem CDyi hem plağı öldürerek tahta oturdu.



Müzikte fiziksel erişim çağı bitti ve dijital çağ bütün soğukluğuyla başladı. Analog üretim ve tüketim devri kapandı. Son zamanların anahtar kelimelerini vererek durumu örnekleyebiliriz; i-pod, i-tunes, i-phone, mp3 çalar, vs. Birçoğumuzda bunlardan biri ya da birkaçı mevcuttur eminim. Kaçımızda bir pikap ya da CD sayısı 100ü geçen orijinal bir CD arşivi mevcuttur peki? Tabi bu dijital çağı sadece müzik endüstrisinde gözlemlemiyoruz. Etraftaki dijital fotoğraf makinesi, plazma TV, handycap video çılgınlığını ve her köşe başında açılan elektronik aletler marketlerini de düşünürsek teknolojinin çığrından çıktığına kanaat getirebiliriz.
Bana neden oturduğumuz koltuktan istediğimiz albüme ulaşabilmek, zaman ve fazla para harcamamak varken zor olanı seçelim ki diyebilirsiniz. İlk olarak şunu söyleyebilirim; asla bir plak dinlemek ve bir CD dinlemek aynı şeyler değillerdir. Teknik olarak da manevi olarak da plağın sesi her zaman daha iyidir. CD ve mp3 karşılaştırmasında da CD raundu alır. Ayrıca, mp3 her ne kadar işimize gelen yol olsa da kendimizi müzisyenlerin yerine koyduğumuzda aslında durumun ne kadar talihsiz sonuçları da beraberinde getirebileceğini görürüz.Benim de bir çoğumuzun da kullandığı P2P programları sayesinde kimseye para ödemeden dilediğimiz kadar albüm indirdiğimizde sonuç olarak emek harcanmış bir esere hak ettiği parayı vermeden sahip olduğumuzu unutmayalım. Bunların dışında bilgisayarlarımıza indirdiğimiz müzikler, plak şirketlerinin işini bitirirken müzik endüstrisini farklı bir çıkmaza sokmakta. Ellerindeki albümleri satamayan şirketler de çareyi çağa uymakta buluyorlar ve böylece ortaya napster gibi siteler çıkıyor Ayrıca son günlerde şirketlerin yatırımı telefon zili melodileri piyasası gibi yeni piyasalara da yöneldi. .

Her ne kadar günlük hayatımda da olduğunca analog kalmaya çalışsam da teknolojinin nimetlerinden faydalanmadığımı ve bu nimetlerin büyük avantajları da olmadığını söyleyemem.Bir albüm hazırlarken her türlü teknolojik olanaktan faydalanmanın hiç bir sakıncası yok elbette.Sorun tüketim aşamasında. Örneğin, CD formatı sayesinde bir albüm yapabilmenin masrafı oldukça azaldı. Böylece ortaya daha çok müzik şirketi, daha çok şarkıcı ve albüm çıktı ( her ne kadar mp3 devri işleri karıştırsa da) Her geçen gün yeni birilerinin piyasaya çıkabilmesi diğerlerini kızdırdı ve rekabeti de arttırdı. Bu da müziğin mainstream olmasına sebep oldu bir bakıma.Yani çeşitlilik azaldı, pek çok müzisyen tuttuklarını bildikleri bir tarzda müzik yapmayı tercih etti. Yani artık eskisi gibi müzikten para kazanmak için orijinal olmak gerekmiyor. Aranan tek şart gerçekleştirilmesi çok da zor olmayan bir şey: kitleleri memnun etmek.

Günümüz müzik endüstrisinin bir avantajı da asla müzisyen olma şansını yakalayamayacak kişilere şans tanınması. Özellikle myspace ve youtube’un bu konudaki katkısı yadsınamaz. Albüm yapma, şirketlerle kontrat imzalama olanağı olmayanlar bile internet üzerinden şarkılarını yayınlayarak ünlü olabiliyorlar. Böylece kazandıkları paranın neredeyse tamamı kendilerine kalıyor. Şirketler aracılığıyla albüm yapanlar ise satışların 10da 1 i gibi bir miktara sahip olabiliyorlar ancak. Bunların da ötesinde eskiden neyin sevileceğine, neyin tutacağına karar veren plak şirketleri aynı konular üzerinde o kadar da yetkin değiller artık. İnsanlar ne dinlemek istiyorlarsa onu dinliyorlar. Ama kendi müziğimi kendim seçerim tavrı herkesin oluşturabileceği bir tavır değil, o yüzden hala müzik endüstrisi çeşitli kontroller altında.

Radiohead son albümü “In Rainbows”u internet üzerinden satışa çıkardı ve albüm ücreti olarak herkesin dilediği kadar para ödeyebileceğini söyledi.Haliyle, bu radikal uygulamanın üzerine pek çok tartışma çıktı. Kimileri buna karşı çıkıyor kimileri de olması gerekenin bu olduğunu söylüyor. Radiohead büyük bir hayran kitlesine sahip, müzik endüstrisi üzerinde gücü tartışılmaz olan bir topluluk. İlginç olansa halen in rainbows albüm satışlarının o sıralarda İngiltere’de bir numarada olması. Radiohead gibi büyük grupların konuyla ilgili tavrı belli. Böyle gruplar da işi kurallarına göre oynamayı tercih ediyorlarsa çok da yapabileceğimiz bir şey kalmıyor. En nihayetinde, dijital müzik çağı artılarıyla ve eksileriyle önümüzde. Her şeyin bu kadar çabuk tüketildiği bir dönemde insanların müziğe eskiden gösterdikleri saygıyı göstermelerini beklemek de akıl işi değil.Karamsarlığım had safhada.

Yazıyı yazarken odamda oturmuş eski kasetlerimi dinliyorum bir yandan. Kasetler gerçekten çok uğraştırıyor insanı.Sondaki şarkıya geçebilmek için kasedin sarmasını beklerken uyuya kaldım bir ara! Aslında kolay olan internete girip dinlediğim John Cale albümünü bulup, daha sonra onu 2 tıkla mp3 çalarıma atıp, 2 tuşa basarak da son şarkıya getirmek. Ama eminim ki bu zahmetli hali daha özel. Bu şekilde daha yakın hissediyorum kendimi notalara,ezgiye, müzisyene ve de kulaklarıma dolan müziğe. Ayrıca,güneşin batışını izlerken sevdiğim şarkıları duymak da en az güneşin doğuşunu izlerken duymak kadar keyifli.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

You will heal over some day..


Everybody sails alone

But we can travel side by side

Even if you fail

You know that no one really minds..

2 Mayıs 2008 Cuma

Ederi Kadar bedel mi? Yoksa bedeli kadar eder mi?



Işığı gördüm. Ona doğru gittim. O da beni bekliyordu.
"Nerelerdeydin, gel..." dedi.

Bazen bazı insanlar hayatımıza öyle evrelerde girerler ki, olan biten hiç bir şeyin sebepsiz olamayacağını düşünen benim gibi insanlar bile tesadüflerin ve şansın dayanılmaz cazibesine kapılabilir ve ne oldu da böyle oldu demeyi bırakıp arkalarına yaslanabilirler. Bana ilham veren insanlardan biri de Barbaros Şansaldır. Sonunda kendisiyle tanışma fırsatı yakaladım bir 1 mayıs gününde. Kendisiyle tanışmamın işçilere ya da Afrika'da kanat çırpan bir kelebeleğe faydası oldu mu bilemiyorum, tek bildiğim çok doğru bir zamanda karşıma çıktığı.
Tam da beklediğim gibi karizmatik, çekici, korkusuz, zehir gibi akıllı, yaratıcı, snob ,anarşist ve meraklı. Tam da tahmin etmediğim gibi insanlara çok değer veriyor,ve birey olduğunuzu size hatırlatıp her ne kadar bireyliğimize değer vermeyen bir toplumda yaşasak da hala bir şeyler yapmamız gerektiğini ve yapabileceğimizi size anlatıyor. Sayın Şansal'a en çok katıldığım nokta şu: ufak da olsa eylemler yapmalıyız. Asla durmamalıyız ve yaratmalıyız. Neden dışardan bize sunulan her şeyi olduğu gibi kabul edelim.Neden daha fazlasını talep etmeyelim? Neden sınırları zorlamayalım.
Warhol; herkes plastik ben de plastik olmak istiyorum demişti. Daha sonra burnu havada ve içi boş sanat çevrelerine bir ders vermek için yapabileceği en yalın ve minimal müdahelelerle yeni bir akım yarattı ve intikamını böyle aldı. Şansal da belki zaman zaman bunu dedi. Ama neticede yola devam etti. Herkesin plastik olduğu bir mekan,zaman,toplum ve siyasi platform ona ilham verdİ, onu daha çok itekledi. Bizdeki ilerleyiş de böyle olmalı.Etrafımıza bakıp da "lanet olsun ,çabaladığımda neye değecek?" dememeliyiz.
Sevgili Barbaros, etkileyebileceğin ve hizaya sokabileceğin daha pek çok insan var. Lütfen durma, toplu iğnelerini batırmaya devam et. Hep böyle radikal,marjinal ve doğal kalacağım. Tıpkı dediğin gibi.Tıpkı senin gibi...

"Durma duymaktan da yorulma.
Duymadıkların anlamadıkların değil ve öyle de kalmamalı.
Zaten duydukların değil mi gerçek olan
Senin bilgi dağarcığına yüklenenler artık en devrimsel biçimde sunuluyor."

5 Nisan 2008 Cumartesi

Gri gökyüzüne bakarken, önümdeki çamur birikintisine bastım

'Yine bir hayalkırıklığı, yine bir arayış ve yine bir bulamayışı daha geride bıraktım. Karşımda yine anlatmak isteyen, anlamak istemeyen, konuşmak isteyen, dinlemek istemeyen bir insan var. "Yanımda olmanı istiyorum" cümlesinin anlamını bilmemesinden daha kötüsü, bu cümleyi anlamına bilmeden mottosu yapması. İnanmadığı, hissetmediği şeyleri söyleyenlerden ben ne kadar kaçmaya çalışsam, o kadar onlar beni buluyorlar. Hep beklentiler, beklentiler... Ama asla hatalardan pay çıkarmamalar...'

Bu hiç bir şey anlamadığınızı bildiğim düşünce yığınımla yollarda adımlarımı attım ve adım attığımın bile farkında olmadan mesafeler katettim. Yollar sona erdiğinde hala düşünüyordum ve şuursuzdum. Şehir bir haftadır yağmurlu ve paslıydı. Gündüz gündüze, gece geceye benzemiyordu. Şehir bir haftadır sadece griydi. Ne yemek yiyebiliyordum, ne uyuyabiliyordum. Sanki birileri başımı koyduğum yastığı dikenlerle doldurmuş gibiydi. Dikenler düşünce olmuş batıyorlardı. Uyuyamadağım gecelerde gördüğüm sabahın ilk ışıkları, görmek istemediklerimi gösteriyordu bana. Huzursuzluk ve şanssızlık birer bulut gibi üstümde geziyordu. Yolda yürürken yere bakma huyum her zamankinden daha fazlaydı sanki bugünlerde. Çünkü her kafamı kaldırdığımda yanlış durakta olduğumu düşünüp tekrar indiriyordum. Birkaç kez gri gökyüzüne baktım. Talihsizlik bu ya, bakarken gökyüzüne, önümdeki çamur birikintisine bastım. Belki de bastığım anlamsız bir çamur birikintisi değildi. Belki de bastığım görmezlikten gelmemem, basmamam gereken bir çamur birikintisiydi.

20 Mart 2008 Perşembe

Kadınım, Chan...



There’s a dream that I see, I pray it can be
Look cross the land, shake this land
A wish or a command
A Dream that I see, don’t kill it, it’s free
You’re just a man, you get what you can

We all do what we can
So we can do just one more thing
We can all be free
Maybe not in words
Maybe not with a look
But with your mind

Listen to me, don’t walk that street
There’s always an end to it
Come and be free, you know who I am
We’re just living people

We won’t have a thing
So we’ve got nothing to lose
We can all be free
Maybe not with words
Maybe not with a look
But with your mind

You’ve got to choose a wish or command
At the turn of the tide, is withering thee
Remember one thing, the dream you can see
Pray to be, shake this land

We all do what we can
So we can do just one more thing
We won’t have a thing
So we’ve got nothing to lose
We can all be free
Maybe not with words
Maybe not with a look
But with your mind

1 Mart 2008 Cumartesi

Four men and one soul, Joy Division


Joy Division...
Penceresi olmayan bir odada kapının altından ışığın sızması gibidir. Şehrin ortasında, kalabalığın arasında savrulurken güzel bir koku duymak gibidir. Yaşadığın karanlık köşeleri düşünüp kendine acımak gibidir.Yaşanan daha karanlık köşeleri düşünüp, başını kaldırıp göğe bakmak gibidir.

Joy Division kontrolünü kaybetmemek ve kontrollü bir şekilde aklını yitirmek gibidir.
Sessiz ve sakince patlamalar yaşamak gibidir.
Uçurumun kenarından durup, aşağıya değil yukarıya bakmak gibidir.

Joy Division Nazi kamplarındaki genelev benzeri yerlere verilen addır. Evet, mutluluğun bölünüp parça parça edildiği bir yerin adıdır. 2 kelime bazen hem çok şey çağrıştırabilir, hem de çok şey anlatabilir.

Joy Division 4 kişiden kurulu bir Post-punk grubudur. Yaptıkları hiç bir şeyde ticari amaç gütmediklerine inandığım bir gruptur. Sanayi devriminin ağır yıkımlarıyla boğuşan Manchester'da 70li yılların sonunda devrim niteliğinde bir punk sahnesi vardı. Bu sahnenin en etkili ve en gri ismi Joy Division'dır. Bu 4 kişi gerçek anlamıyla bir gruptur, birbirlerinden bağımsız düşünülemezler. Ben düşünemem. Hepsi 20li yaşlarında olmasına rağmen pek çok insanı pek çok düşünceyle başbaşa bırakabilecek şarkılar yapmayı becermişlerdir. Enstrumanlarını bile doğru düzgün çalamazken , sanırım asla kimsenin anlamayacağını düşündüğünüz bir şey anlattığınız zaman gelen sevinç benzeri bir duyguyla çok, daha çok çalışmışlar ve Joy Division olmuşlardır.

Joy Division belli ritimlerin ve rifflerin tekrarlanmasıyla oluşturur şarkılarını. Sözlerden sorumlu kişi Ian Curtis'dir. Curtis ceplerinde her zaman 2 kere duymak isteyeceğiniz sözlerle dolaşan gerçek bir yazar ve şairdir. Joy Division şarkıları parlak ve gösterişli şarkılar değillerdir. Kuşlara yem atarken, papatyaları koklarken, ufacık bir çocuğa sarılırken Joy Division dinlemek istemezsiniz.

Joy Division'ı dinleyen ve anlayan kişilerin başında Martin Hannett gelir bana sorarsanız. Unknown Pleasures her ne kadar rahatsız edici bir albüm olsa da ve her ne kadar Joy Division soundunu farklı yerlere götürse de önemi tartışılmaz bir albümdür. Martin Hannett onları dinlemiş ve onlar için müthiş ve olabildiğine ambient bir ortam yaratmıştır. Joy Division da Martin'e ilham vermiş ve denenmemiş yeni sesler ve yeni efektler ortaya çıkmıştır.

Hem naif hem yıkıcı, hem yenilikçi hem muhafazakar, hem yakıcı hem yapıcı.. Her şeyi onlarda buldum.Kaybetmemek istiyorum. Ama paylaşmak ve anlaşılmak istemiyorum. Onlar benim çok sevdiğim yalnızlığımın bir parçası artık..

Anlatılacak anlamlı hikayelerin ve bir hikayesi olan grupların azaldığı şu günlerde Joy Division didiklenip didiklenip duruluyor. Anlamsız hayatınızı anlamlı hikayelerle süslemeye çalışmayın.Kendini değiştirin, maskeleri atın..Anlatmadan önce anlamaya çalışın.


Ve söz sende Ian;


"To the centre of the city where all roads meet, waiting for you,
To the depths of the ocean where all hopes sank, searching for you,
I was moving through the silence without motion, waiting for you,
In a room with a window in the corner I found truth"

27 Şubat 2008 Çarşamba

17 Şubat 2008 Pazar

ilkokulun ilk günü

Hayatın ne kadar zalim ve karmaşık olduğunu anladığım ilk gün ilkokulun ilk günüydü. Sabah şu günlerde olsa asla kalkamayacağım, kargaların bile uyanmadığı bir saatte kalkmıştım. Evde annem tarafından yaratılan bir panik havası vardı. Kendimi uyandıktan hemen sonra kahvaltı masasında buldum. Annem yine bütün mükemmeliyetçiliğiyle sofrayı nefret ettiğim faydalı besinlerle donatmıştı ve itinayla tıkınmamı sağlıyordu. Kahvaltı yapmamı sağlıyordu diyemem, daha ben kendi aldığım lokmayı bitirmemişken, o yeni bir lokmayı ağzıma tıkıyordu. Sindirim sistemim zarar görmeden bu kahvaltıyı da atlattım. Sonra giyinmeye koyuldum. Buram buram ütü kokan mavi gömleği, dantelli kısa beyaz çorapları giydim, beyaz yakayı taktım.Önlük seçmeye gittiğimzde anladım ki olabilecek en süslü önlüklerden biri benimkisiydi. O korkunç mavi rengi olmasa okul dışında bile giyerdim. Ama o beyaz yaka..Onunla ilk tanıştığımız andan beri aramız hiç iyi olmamıştı.
Hazırlıklar bitince babamla yola koyulduk.Elimde beslenme çantam, sırtımda çantam, boynumda beyaz yakam. Kendimi hazır hissediyormuş gibi yapıyordum. Gerçi okulla evin arası taş çatlasa 5 dklık bir mesafeydi. Ama o gün o 5 dk bana 5 yıl gibi gelmişti. Okulun kapısına vardık ve durduk. Etrafta ağlayan, bağıran, kontrolsüzce ordan oraya koşturan, sümüklü çocuklar vardı. Gerçi sümüklü olmak pek çoğunun ortak özelliğiydi. Neyse ki ben mendillerimi ve mendillerimi özenle sakladığım naylon kabımı yanıma almıştım.Onlardan biri olmayacaktım. Sonra babam bana ilk harçlığımı verdi ve gitti. Herkesin annesi babası yanındaydı. Ama babam daha ben ona ağlamaklı gözlerle bakma numarasını yapmadan gitmişti. Neyse ki ben aldığım paraya odaklanmıştım. Artık aynanın önündeki bozuklukları aşırmama gerek yoktu. O sırada kapıdan okulun bahçesine girdim. Hala elimdeki paraya bakıyordum. Onu nereye koyabileceğimi düşünürken aklıma mendillerimi koyduğum naylon kılıf geldi. Mendilleri çıkardım parayı kılıfa koydum. Sonra birden kafamda şimşekler çaktı. Bu para beni gazete almaya yolladıkları paradan birazcık daha fazlaydı sadece. Bu parayla kantinden bir şey alınmazdı. Beslenme çantamki korkunç kokulu yumurtaya kalmıştım. Halbuki planım hiç böyle değildi. İşte o an hayatın ne kadar zalim olduğunu anladım. Birden mendillerimi de düşürdüğümü farkettim. Şanssızlığın böylesi burnum da akıyordu..Etraftaki sümüklülere baktım ve dedim ki "ulan baba,ulan.."

8 Şubat 2008 Cuma

where have all the wild boys gone?


Bir kadının, bir zamanlar, bir erkekte görmek istediği özellikleri "erkeksilik" kategorisinde toplayabilir miyiz? Bulunduğumuz dönem için tarif edebileceğimiz erkeksilikle, bir zamanlar tarif edilen erkeksilik aynı şeyler midir? İlk sorunun cevabı evet, diğerininkiyse hayır.Neden?

Erkeksi dediğimiz kavram cesur, dürüst, güvenilir,fedakar, centilmen sıfatlarını taşıyan erkekler için kullandığımız bir kavramdı . Ne zamandan beri bilmiyorum ama bu kavramın içeriği bir hayli değişti. Benim içinse David Beckhamın genç kızların sevgilisi olduğu şu günlerde James Dean rahmetli haliyle bile Beckhamı sollar.


Erkekleri stil belirleyen magazin dergilerine bakarken, saçlarında çıkan beyazları tek tek takip ederken ,kırışıklık önleyici kremler satın alırken tasavvur edemiyorum, etmek istemiyorum.


Modern kadın ya da modern zamanlar, suçlu her kimse kim. Elimizde işe yaramayan, korkak, sadakatsiz erkekler var artık. Bayanlar, üzgünüm ama artık kimse ufuktaki çamurlu patikadan geçmeniz için ceketini çıkarıp patikaya sermez.


Risk alan, değerleri uğruna savaşan, mücadele veren erkektir. Sizi koruyan , kollayan ve size sadakat gösteren erkektir. Malesef böyle erkekler de nesli tükenmiş erkeklerdir.Böyle şeyler tabiri caizse ne çok trendyler ne de çok norm içindeler.Bir zamanlığın erkeksilik davranışları şimdilerde tamamen aykırı,kabaca ve belki de sadece maço görülüyor.


Erkek ve kadın arasındaki farkları asla görmezden gelmiyorum.Feministler istedikleri kadar yırtınabilirler. Eşit değiliz.Olamayız. Olmamıza da gerek yok. Modern kadının eşitlik isteği, dinleyen, anlayan ve bakımlı erkek isteği sonunda metroseksüel denen kavramı bile yarattı. Bunların dışında modern kadının bitmek tükenmek bilmeyen ideal erkek anlayışı sadakatsizlik modasına da hatırı sayılır derecede katkıda bulundu.Elbette anlaşılmak ve dinlenmek istiyorum, ama bir erkekle eşit oranda duygusallık yaşama isteğinde değilim asla. Erkeksilik kadınsılıkla harmoni içinde olmalıdır, ama iyi bir denge tutturma şartıyla.


Sorunun erkeksiliğin artık kabul edilmeyen bir şey olduğu için erkeklerin gerçek yüzlerini gösterememeleri olduğunu biliyorum.Aslında erkeksiliği aramanın da artık kadınlar arasında pek kabul edilir bir şey olmadığı sanıldığı için bu arayışın itiraf edilemediğini hatırlatarak burdan bütün erkeklere bir an önce özünüze dönün diyorum!

5 Şubat 2008 Salı

Biliyorum..


Hiç bir şeye sebepsiz yere olmaz. Hiç bir şey sebepsiz yere varolmaz. Yaşadığımız her anın, gördüğümüz her yerin, duyduğumuz her sesin bir sebebi vardır. Kavramların ve nesnelerin bize görünmelerinin sebeplerini bilmesek de, bazen kendimizi anlayamadığımız olayların içinde birdenbire başrolde bulsak da aslında her şey çok açıktır. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman arasındaki tüm gel-gitler sebep-sonuç ilişkileri ışığında şekillenir.Öyle ya da böyle..

Eğer bir yerlerde bir işaretle, herhangi bir işaretle karşılaştıysak bilmeliyiz ki o işaret bizi bulmamıştır, biz onu bulmuşuzdur.

Hayat bizi bize götüren yolu bulmamız için her gün yeni bir şans verir.Bize kalan etrafta uçuşan işaretlere, kavramlara, sebeplere dikkatle eğilmektir.Kapılar açılır, kapılar kapanır. Her zaman bir kapı açılırken bir kapı kapanır veya tam tersi de mümkün olabilir.

Her birimizin hayatlarındaki yollar her ne kadar birbirinden farklı yerlerde görünseler de, bizi,hepimizi birbirine bağlayan bu yollardır."Bu onun seçimi" dediğimizde, aslında bu seçimin onu bize getiren pek çok sebepten biri olduğu gerçeğiyle karşılaşmış oluruz.

Bu sebepler her zaman gerçeklerdir.Gerçekler bizlerden bağımsız olarak da varolurlar hep.


"Bilinenle iş bitince gözler gökyüzüne çevirilir...Ve gerçekler gökyüzü gibidir.Bulutlar onları saklayamaz..."

3 Şubat 2008 Pazar

Good at being alone with Burial,with real music


Az çoktur! Az çoktur! Az çoktur! Az çoktur!

Şarkı: Burial - archangel (boy 8-bits remix)

Kullanım şekli: kulaktan kalbe

Yarı ömür: dans etmekten bitap düşülen an

Yan etkiler: Peace on the dance floor, dans dans dans, kalabalık içinde yalnızlık, post-traumatic dubstep disorder


Şarkı endikasyonları:

Holding you, good at being alone, good at being alone, good at being alone Loving you, could it be alone, could it be alone, could it be alone Kissing you


Holding you, good at being alone, good at being alone, good at being alone Loving you, good at being alone, good at being alone, good at being alone Kissing you, tell me how can you,tell me I belong, tell me I belong


Its not why i trust you, not why I trust you, not why I trust you, not why I trust you, Its not why i trust you, not why I trust you, not why I trust you, not why I trust you..
Tell me, how can you... Holding you, good at being alone, good at being alone, good at being alone


Loving you, good at being alone, good at being alone, good at being alone Kissing you, tell me how can you,tell me I belong, tell me I belong

İz bırakan albümler..



















1- Joy Division /Substance
2-Radiohead / Amnesiac
3-Cocteau Twins / Victorialand
4-Orbital / The Middle Of Nowhere
5- The Sound /Shock of Daylight
6- Daft Punk / Discovery
7- Slowdive / Souvlaki
8- Electrelane / Rock it to the Moon
9- Suicide / Suicide
10- m83 / Dead Cities, Red seas & Lost Ghosts
11- Interpol / Turn on the Bright Lights
12- Philip Glass / Solo Piano
13- Labradford / Fixed Context
14- Claude Debussy / Debussy's Greatest Hits
15- Kraftwerk / The Man Machine
16- Sonic Youth / Goo
17- Aphex Twin /Come to Daddy
18- T-Rex /Electric Warrior
19- Four Tet / Rounds
20-Arovane / Lilies



Not: Sıralamanın bir önemi yoktur.Hepsi birbirinden kıymetli...

14 Ocak 2008 Pazartesi

Richard Brautigan is such a brilliant man!

I'LL AFFECT YOU SLOWLY

I'll affect you slowly
as if you were having
a picnic in a dream.
There will be no ants.
It won't rain.


30 CENTS, TWO TRANSFERS, LOVE

Thinking hard about you
I got onto the bus
and paid 30 cents car fare
and asked the driver for
two transfers
before discovering that
I was alone.

13 Ocak 2008 Pazar

Fethi Benslama/ İslam'ın Psikanalizi


“Kitleleri aslolan’a bağlama teşebbüsü kimilerinde şaşkınlık ve kuşku yaratmıştı, ama halktan ve orta sınıflardan birçok insan arasında hipnotik bir durum yarattığı da belliydi. Belleğin çocuksu kullanımına, arkaik olanla ideal olanın kamusal alanı büyük bir patırtı ve gösterişle işgal ettiği bir anakronizme imkan tanıyordu. Küflenmiş, eski olma sanki sahiciliğin güvencesiymiş gibi, her yerde, her bedende, giyimde, varolma ve bir arada bulunma tarzında bile iğrenç görülen şeyler çoğalıyordu. Dil, ata yadigarı bir eşya gibi didik didik edilir hale gelmişti. Kimileri bu dönemde doğmuş olmalarını bile yanlışlık olarak görüyordu. “İslamın şafağı”nda yaşamış insanlara atfedilen söz, tavır ve davranışları benimsedikleri görülmekteydi. Güncellik sürekli olarak başlangıçtaki olaylara yakınlaştırılıyor ve silinerek üzerine başka şeyin yazılmış olduğu bir parşömen gibi algılanıyordu ve o silinen yazı yaşanan zamanın yüzeyine doğru çıkarak şimdiki zamanı yutuyordu.”




COSMOPOLİTAN VE PANDALAR

Türkiye'deki en bilimsel,en kayda değer, en yaratıcı, en rasyonel, en düşündürücü dergilerden biri olan COSMOPOLITAN'da bir okur derdine deva bulmak amacıyla Cosmopolitan ekibine şöyle bir soru soruyor:

"Erkek arkadaşım her sabah gözünde çapakla uyanıyor.Bunun sebebi nedir?"
---Sorunun üst tarafında da sol gözünü kaşıyormuş gibi görünen bir panda resmi var!---
Hah!

Cevaptaysa gözlerine merhem,krem sürsün geçer. Gözleri hafif açık uyuduğu için öyle oluyor denilmiş.Referans olarak da bir göz doktorunun ismi var!

Şimdi bu bayanın erkek arkadaşı( tabi bayan mı o da muamma) resimdeki pandaysa eğer ve pandaların gözleri çapaklanmıyorsa böyle bir soru sorması çok normal.Ama kuvvetle muhtemel erkek arkadaşı sizin, benim gibi bir insan. Bu yüzden tıpkı diğer insanlar gibi gözlerinde çapak oluşabiliyor.Bu kişinin gözlerin çapaklanmasının ne kadar doğal bir şey olduğunu bilmediğini düşünmek bile istemiyorum. Ama malesef durum böyle gibi. Ya ya..

Bence bu kişi hayatının geri kalan kısmında panda bakıcılığı yapsın.Cosmopolitan' a niye benim erkek arkadaşımın gözünde çapak var, niye benim erkek arkadaşımın gözünün üstüne kaş var diye sorular sormasından kat kat daha iyidir.

Daha kadın olmanın 50 harika yanı diye maddeler vermiş ve maddelerin birisinde "bizim burnmuzun kıllı olma olasılığı çok azdır" , ve diğerinde "batan gemilerden ilk önce kadınları ve çocukları çıkarıyorlar" yazan çok fantastik yazıyı okuyacağım...

Girls just wanna have fun!Just!