Arkadaşlarla bir kız yurdunun kantininde oturuyorduk. Keyfimiz yerindeydi.Hayat standarttı. Güzel geçeceğine inandığımız günlerden bahsediyorduk. Sonra yan masalardaki bir çocuk dikkatimizi çekti. Baya uzun boylu ve kilolu olan bu çocuk oturmuş tek başına yemek yiyordu. Fakat bu yemek yeme bildiğimiz yemek yeme eylemlerinden farklıydı. Sanki hayatında ilk defa yemek yiyormuş gibi lokmaları çiğnemeden bir yenisini atıyordu ağzına.Neredeyse tabağın içerisine girecek kadar da yakınlaşmıştı tabağa. Ekmeğini de parçalamadan, büyük bir açlıkla ağzıyla parçalaya parçalaya yiyordu. Bazen yemek parçaları ağzından etrafa saçılıyordu. Kısacası iğrenç bir manzara sergiliyordu bize. Ama nedense ben o iğrençliği görmedim o an. Ona baktım, baktım ve gerçekten içimde bir yerler cız etti. O kadar yalnız görünüyordu ki...Belki öyleydi, belki değildi. Ama benim gördüğüm, ne dış görünüşüyle ne de nezaket kurallarıyla ilgisi olan, dış dünyaya kapanmış zavallı bir çocuktu. Belki de yemek yemek onun en büyük zevki değildi, onun en büyük kaçış yoluydu. İçimi cız ettiren bir başka şeyse bu çocuğu çok yakınımda olan birine fazlasıyla benzetmemdi. Acaba o da bir gün yurt kantinlerinde, tek başına, kafasını kaldırmamacasına lokmalarına gömülür müydü.Acaba onun da üzerindeki yalnızlık böylesine yüzünden okunur muydu...
Sonra, çocuk yemeğini bitirdi ve kantine yöneldi. Tekrar yiyecek bir şeyler alıp elindeki ağzına kadar yiyeceklerle dolu alışveriş poşetiyle görünürden kayboldu. Geriye, masadaki harpten çıkmış tabak kaldı. Bir de ben vardım. Kendi korkularıyla yüzleşmek zorunda olan, ve kaçmak istediği anılarla hep bir şekilde karşılaşan ben...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder